16 Aralık 2010 Perşembe

5.30 !


Bir ses duydum. Martı mıydı karga mıydı bilmiyorum ama uyandırdı beni işte...Kuş sesi olduğuna eminim. Doğruldum, oturdum yatakta kulak kesildim...Hayır, ötmedi tekrar.

Ayaklandım pencereye gittim. Kafamı eğip bakmaya çalıştım etrafa. 'Olmayacak böyle' dedim. Hesap sormam lazım o kuşa...Açtım pencereyi. O an... İşte yine aynı his.. Yine Aralık ayı saat 5.30 hissi. Bir sene önceki gibi...Aynı koku var havada. Islak ve soğuk kokusu. Büyük şehrin dumanından, sabahın payına düşen is kokusu. Sakin olduğu kadar telaş da kokar bu hava. Gün ağardığında bile aydınlık olmayacak kokusu bu. Sıkıntı var havada... Çiğ kokuyor zaten. Hiç sevmedim bu kokuyu, çünkü böyle kokardı Mamak!
Belli bir dönem, hayatımda hava hep böyle koktu, saat hep 5.30'da aynen şimdiki gibi istemezdim gün doğsun ama doğardı işte karın ağrısı bir gün daha başlar o da biter ve ben yine diğer sabah 5.30'da gün doğmasın diye düşünüp dururken hiç sevmedim 5.30'ları, sersemce uyanıp ranzadan inmeye çalışmayı, inip terlik ararken soğuk taşa basmayı hiç sevmedim.
Her seferinde küfrederek uyandım bu saatte. Ve hep bilirdim birazdan içtima alınacak ve geçmek bilmeyen bir gün daha 'resmi' olarak başlayacak.
İçtimada tüm Ankara'ya hakim yüksek bir alanda toplanırdık. Uykulu uykulu bakardık uyanmaya çalışan şehrin sabah 6.00 ışıklarına yüksekten. Sanki bir kuşun gözünden...
Şu an bunları hissediyorsam da o kuşun yüzünden!
Sevmedim beni 5.30 da uyandıran 'kuşları' !

27 Ekim 2010 Çarşamba

28 Eylül 2010 Salı

Sanatsal Aktivite



İstanbul Modern'de 15 Temmuz 24 Ekim tarihleri arasında ''sanatın ve modanın önde gelen temsilcisi'' olarak anılan bir ağabeyimizin, Hüseyin Çağlayan'ın (Hussein Chalayan) sergisi ziyaret etmeniz gereken mekanlar arasında öne çıkıyor. Ajandanıza not edin.
Hüseyin Çağlayan'ın bu sergide, sergileme tekniği 'hikayecidir'. Aslında bu tekniği sergiye
uygulayan kişi Hüseyin Çağlayan'ın İstanbul Modern'deki sergisinin küratörü Donna Loveday'dir (Kendisi aynı zamanda Londra Tasarım Müzesi Küratörü'dür)
Bu teknik nedir?
Tasarımları taşıyan mankenler birtakım işlerle uğraşırlar, tasarıma müdahale ederler ve yaptıkları eyleme odaklanmanızı sağlayarak izleyicinin tasarım hakkında düşünmesini değil, tasarımı anlamasını sağlarlar. Buna hikayeci sergileme tekniği denir.Ve bir bakıma sergiyi 'popülerleştirir.'
(herkesin popisi kendine)
Sergide Hüseyin Çağlayan'ın sesinden açıklamalar dinleyeceğiniz kulaklıklar sizlere yardımcı olacak. (Gerçi hiçbir sanatçı eserini açıklayamaz; açıklamaya çalışsa bile kaale almamak gerekir.)
İyi seyirler gençlik...

27 Eylül 2010 Pazartesi

Deus sive Natura


Tanrı, kavramını, kendisini teşkil edecek başka bir şeyin kavramına borçlu olmayandır. Tanrı kendisini var olmaktan alıkoyamaz, çünkü Tanrı'nın özü var olmasını içerir. Kavramını , başka ''şeylerin'' kavramına borçlu olan diğer ''şeyler'' moduslardır ve Tanrı dışında her şeydirler. Var olan her şey Tanrı'dadır. Bu halde her şey 'Tanrıdır'. Her şey olan aynı zamanda hiç bir şeydir. Yani Tanrı ne yaratır, ne müdahale eder, ne yardım eder, ne de cezalandırır.
Şimdi bir karton kutu düşünün. Bunu küçük parçalar halinde çizin. Bu parçalar kutunun olduğu şey değildir. Bu parçalar kutu özelliğine sahip değildirler. Ama Kutu, parçalarının olduğu her şeydir. Tanrı açısından da durum budur. Tanrı modusların olduğu her şeydir; ama modusları onun olduğu şey değildir. Tanrı tüm şeyleri, ''modusları'' yaratmaz. Ve aslında Tanrı hiç bir şeyi yaratmaz çünkü her şey onun özünden zorunlu olarak çıkar, türer veya ürer. Bu duruma, her türlü şeylerin tamamlanmış dizisi sonucunda biz Tanrı için doğa/evren diyebiliriz. Biz de bu doğanın işleyişinde parçayız. Bu da gösteriyor ki 'tüm şeyler' bir sistem oluşturur. [Bu sistem dediğimizi Kant'çı anlamda düşünmeyin, yani yazdıklarım bize tüm şeyleri düzenli bir sistem olarak düşünmemiz gerektiğini söylemez, o sistemin zaten kendiliğinden var olduğunu söyler.]

Yazı hakkında: Bunlar, Amsterdam doğumlu büyük filozof Benedictus de Spinoza'nın (Baruch Spinoza [1632- 1677 ruhu şad olsun]), 'ethica' adlı eserinde Tanrı ile ilgili görüşlerinin çok kısa bir bölümüdür. Direk 'ethica'dan' alıntı yapmadım, kendimce bu görüşleri derleyip, toparlamaya ve kısaca aktarmaya çalıştım. Bu filozofun düşünce tarihindeki öneminden dolayı yazılarımda, ilerleyen zamanlarda, Spinoza'ya tekrar değineceğim. Ayrıca Tanrı kelimesini büyük harfle yazma nedenim, onu özel isim olarak gördüğüm/hissettiğim içindir.

In The Long Run We Are All Dead


Kumarhanelerle ilgili bilinen bir gerçek vardır ki, kumarhaneye karşı oynanan her oyunun kazanma 'beklentisi' müşteri için eksidir. Yani kumarhane uzun vadede hep kârlı çıkacaktır. Örnek olarak Rulet'i ele alırsak, sıfırdan otuz altıya kadar sayıların yer aldığı, içinde top döndürülen bir yuvarlak teker vardır. Masada yine aynı sayıda bölmeler ve yeşil renkli olan sıfır sayısı hariç on sekiz tane siyah, on sekiz tane de kırmızı sayı bulunur (ABD için bir de 00 sayısı vardır ki bu da müşteri için daha negatif bir beklenti yaratır).
Oyunda farklı farklı iddialar vardır. Örneğin kırmızıya, siyaha oynayabilirsiniz, 2 sayıya, 3 sayıya, 12 sayıya, 18 sayıya paranızı koyabilirsiniz. Ve bunlarının her birinin size kazandıracağı oran değişiktir. Örneğin 1 sayıya koyarsanız ve o sayı gelirse koyduğunuz paranın 36 katını alırsınız. Tek ya da çift sayılara oynarsanız ve tekerden oynadığınız tutarsa yatırdığınız paranın 2 katını alırsınız. Birden fazla yere paranızı koyabilirsiniz. Örneğin hem kırmızıya koydunuz hem de belli bir sayıya oynadınız. Kazanma beklentisi ne yaparsanız yapın, birkaç yere para yatırsanız da değişmez -1/37 dir. Şanslı veya şanssız olmadığınız bir zamanda oynadığınız 37 liralık ruletten 1 lira kaybetmiş olarak kalkmaya mahkumsunuz. Hadi geçmiş olsun... Pardon, bol şans :)


Not: Beklenti hesabı nasıl yapılır diye merak edenlere:
Diyelim ki kırmızıya 1 lira koyduk. 18/37 olasılıkla kırmızı gelir. 19/37 olasılıkla kırmızı gelmez ve 1 lira kaybederiz. Beklenti: (18/37)x1 + (19/37)x(-1)= -1/37
İki sayıya birden oynadık diyelim: Paramızı hem 17 hem 18in arasına koyduk ve bu iki sayıdan biri gelirse paramızın 18 katını alacağız. 2/37 olasıkla bizim sayılar gelir ve 17 lira kazanırız. 35/37 olasıkla bizim sayılar gelmez ve 1 lira kaybederiz.
Bu durumda hesap: (2/37)x17 + (35/37)x(-1) = -1/37
Ne yaparsak yapalım değişmez bu beklenti.

26 Eylül 2010 Pazar

Män Som Hatar Kvinnor


Genelde kitabını okumuş olduğum filmlere gitmem. Hayalimde canlandırdığım halde kalmasını dilerim. Film uyarlaması o senarist ve yönetmenin hayal gücüyle sınırlanmıştır.
Gittiğim filmler hakkında konuşmayı da pek sevmem çünkü daha sonra gideceklere film hakkında ipucu vermekten çekinirim. Şimdi bu çekinceme uyarak dikkatli bir film değerlendirmesi yapmaya çalışacağım.
Hafta sonu 'Ejderha Dövmeli Kız' filmine gittim. Filmin orijinal adı Män som hatar kvinnor yani ''erkeklerden nefret eden kadinlar'' . Kitabı Türkçe çevirisiyle okduğumda ' yahu bu kitabın ejderha dövmesiyle ne ilgisi var ' demiştim. Orijinal isminin daha uygun olduğunu düşünüyorum.
Film orijinal dilinde yani İsveççe çekilmiş. Hoşuma giden taraflardan biri buydu. Film oyunculuk namına çok fazla göze çarpmıyor. Zaten oyunculardan tanıdık isim de yok. düz bir oyunculuk sergilenmiş ve aslında bu yönetmenin kendi tercihi olabilir. Özel efektler kullanılmamış. Her şey normal hayatın içinden gibi. Bu durum inandırıcılığı ve gerçekliği arttırmış.
Kitaba oldukça sadık kalınmış. Bazı kesilen bölümler var elbette ama filmin gidişatına pek etki etmiyor. Kitabın sonuyla filmin sonu bir değil. Daha doğrusu kitapta bir olay daha oluyor ama bu filme yansımamış.
Filmde 'sarsıcı' olan malum sahne sert çekilmiş ve çiftleri bir süre cinsellikten soğutabilir :) Bu sürenin kısa olmasını diliyorum sizin adınıza.
Ben filmden hoşnut kaldım. Puanım 7/10

13 Eylül 2010 Pazartesi

Oh my!

Bir kadın var karşımda. Mekan metro durağı olsun mesela. Saçları koyu kahve ve yarım toplanmış; fönlü. Yüzünde, yağmurlu bir eylül sabahına yakışır sadelikte makyaj var. boynunda bir şal ve kolunda şık bir çanta, siyah sade elbisesini tamamlıyor. Etek boyu kısa, uzun bacakları var sütun gibi. Çok hoş bir görüntü. Ayak bileklerine doğru iniyor gözlerim ama...?! ayak bilekleri? görünmüyor. Tüm güzellikler bir anda yerle bir. Ayakkabı tercihi ile yıkılıyor tüm dünya. O kadın ilk başta gördüğüm kadın değil artık. Ayağında UGG var! Aman Allahım! Tam bir fiyasko. Sıfır sexapel. Mağara adamı gibi. Giymeyin şunu... Kadın ayakkabısı topuklu ayakkabıdır. Bok etti tüm estetiği!

12 Eylül 2010 Pazar

üff yine mi?!
















Etrafta çok fazla siyaset konuşuluyor ve iyi ki de konuşuluyor. Halkın bilinçlenmesi önemlidir. Apolitize olan halk yazgısını doğru çizemez. Tıpkı bir örneğini 12 Eylül 2010'da yaşadığımız gibi. İnsanlar, bilmeleri gerekenleri alıyorlar zaten medyadan. Arkadaşlar arasında da konuşuluyordur. Biliyorum bu kadar siyaset çok sıkıcı geliyor. Ama iki konu var ki bahsetmezsem olmaz.
Anayasamızda yazılı olan Hukukun üstünlüğü ve Yargı Bağımsızlığı ilkelerinin gerçekleşmesinin önündeki en büyük engellerden biri de Türkiyede Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na (HSYK) Adalet Bakanı ve Müsteşarı'nın üye olması ve Kurul'a başkanık etmesidir. Bilindiği üzere Adalet Bakanı ve Müşteşarı, 3 kuvvetten biri olan Yürütmenin ''adamlarıdır''. Yani siyasi kimlikleri vardır. Bu durumda siyaset yargıya müdahale etmektedir. Öncelikle bu durum değiştirilmelidir. Bu birinci husustu. (Tabi burada daha da sıkıcı olmaması için Montesquieu, Locke veya Rousseau gibi düşünürlerden bahsetmeyeceğim)
İkinci husus: Bilindiği üzere Anayasaların yapılması ve değiştirilmesi için uzun zaman gerektiren toplumsal süreçlere gereksinim vardır. Oysa bu halk oylaması sürecinde hakımız kaygı verici ölçüde kutuplaşmaya sürüklenmiş, bir toplum sözleşmesi olan Anayasa değişikliği için olmazsa olmaz asgari uzlaşma ortamı sağlanamamıştır. Darbe ile yapılan anayasadan kurtulma niyetiyle hazırlanan değişiklik paketi adeta siyasi iktidarın dayatması ile toplum önüne sunulmuş ve sunum tarzı olarak, dayatılan 82 anayasından farkı kalmamıştır. Halk oylaması gösterdi ki seçmenlerin en az %42si bu değişikliğe karşıdır.
Yargı reformuna elbette ihtiyaç vardır. Sistem düzeltilmelidir. Ancak Yüksek Yargıçların atanma şekli veya yürütmenin kontrolünde olan HSYK veya Anayasa Mahkemesi ile olmaz bu iş. Akp hatalıdır ve milleti nasıl kandıracağını da çok iyi bilmektedir. 'Değişikliğe açığım ve demokrasi istiyorum' diyen normal vatandaşa kızmıyorum ama bazı avukatlar var ki, nasıl 'yetmez ama evet' diyebiliyorlar şaşırıyorum.
Değişikliğe kapalı değilim ama yeni değişikliklerle güvence altına alınan haklar halkımıza anlatılırken, yüksek yargının yürütme tarafından kontrol edileceği anlatılmıyor ve takıyye yapılıyor. Ayrıca bu tarz teknik konuların halk oylamasında sorulması çok da sağlıklı sonuçlar vermez. Zaten siyasi olarak kutuplaşan şu ortamda halk oylaması 'particilik' düzeyine düşmüştür.

3 Eylül 2010 Cuma

ey peri...
















bendeki aşk yahut tutku. fark etmiyor kelime anlamıyla. yokluğunda her gün ve her gece ayrı ızdırap ve bu ızdıraplar gün be gün farklı birbirinden. bir kez olsun sesini duysam
diyorum ama çıkabilme ihtimalin bile olan her yolda istikametimi değiştiriyorum. gidiyorum inatla otobüs bileti alıyorum ve biniyorum hemen. çünkü sevmezdin sen sıkış -tıkış otobüsleri. son durağa kadar otobüsten inmiyorum. buna rağmen görememekten yakınıyorum. bendeki aşk yahut tutku. telaffuz ediyorum adını ve titriyor her hücrem.
şarabıma eşlik et diyorum, tenimin sızısı kalbimin sızısına karışırken... al tenimi benimse. benimse senin olsun, özümse diyorum... yoksun ki... sonradan fark ediyorum.
bendeki aşk yahut tutku. pek de önem arz etmiyor kelimeler. fark etmiyor aklımda 'sen' varsa. ve sen hep vardın aslında.

şarabım ol ey peri..
bilâ kayd-ü şart hakimiyetine al beni...

ondan sonra 'tu kaka' biz oluyoruz




















yerli ve müslüman vatandaşlarımıza ramazan ayında çöken boşvermişlik nedir böyle? tırnak içinde müslüman müvekkiller, ramazan ayı geldiğinde avukatlara ne vekalet ücreti ne de masraf ödemesi yapıyorlar. 'Dur bir bayram geçsin de hele bir' sığ düşüncesine sahipler ve bunu da dile getiriyorlar. çünkü bayramda deli gibi para harcayacaklar ya... belki avukata ödeme yaparsa, bayramı hiç de umduğu gibi geçmeyecek, zehir olacaktır adeta(!) peki bu durumu avukat tutmadan önce düşünmek gerekmez mi? biz burda profesyonel bir iş yapmıyor muyuz? senin hayatını etkileyecek kararlar verilecek ve senin hakkını savunan oradan oraya koşturan avukata yaptığı masrafları bile ödemiyorsun. ne biçim bir iş ahlakın var senin? bu mudur karşılıklı iş yapma ilkesi? yeri geldiğinde çok övündüğünüz müslümanlığın neresinde yazar bu? aslında mesele para değil. akitle bağlılık ve dürüstlük.

molierac bana dedi ki...
















“kimseye, ne müvekkile, ne hakime hele ne iktidara tabiiz. Bizim aşağımızda kişilerin varlığı iddiasında değiliz. Fakat hiç bir hiyerarşik üst de tanımıyoruz. En kıdemsizin, en kıdemliden veya isim yapmış olandan farkı yoktur. Avukatlar esir kullanmadılar, fakat efendileri de olmadı”

1 Eylül 2010 Çarşamba

herkes gider mersine ben giderim mercedese

















Bu yazımda edebiyata pek gireceğimi sanmıyorum ama yazının olduğu yerde edebiyattan kaçmak zor değil midir?
Son zamanlarda yollardaki üst düzey araba markalarındaki artışı fark ediyor musunuz? Bu durumun ekonomik veya sosyal nedenleri üzerinde durmayacağım. Onu başka bir yazımda paylaşalım.
Üst düzey markalarda satışa baktığımızda en çok göze çarpanlar BMW, Audi ve Mercedes. Bu üç alman arabasını takdirle izliyorum.
BMW her zamanki üstün kalitesini korumakta. Ona diyecek pek fazla birşey yok. Audi iyi bir çıkış yaptı ama bahsetmek istediğim asıl marka Mercedes.
Kabul etmek gerekir ki Mercedes deyince aklımıza makam arabası, yaşlı arabası ve kro arabası gelirdi. Akla gelenlerden bir diğeri ise İlyas Salman'ın oynadığı Sarı Mercedes filmidir. Yani Almancı diye tabir edilen kişilerin yurda bir Mercedes'le döşünün hikayesi. İşte Mercedes ilk başta bu ön yargıları kırdı. Artık kro arabası değil. Yeni çıkarttığı ve çok satıp oldukça büyük gelirler elde ettiği C serisi ise yaşlılardan ziyade gençlerin tercih ettiği bir model.
Otomobil dünyasındaki büyük atağı Mercedes'e büyük kârlar getirdi şüphesiz. Bunun sırrı zamanın şartlarını iyi değerlendirebilen CEO'larda gizli. Aslında büyük bir ekip çalışması bu iş ama iyi yönetim unsuru hep ön planda kalıyor.

(Mercedes amblemi hakkında: Mercedes ambleminin mucidi Daimler'dir. Üç ayaklı yıldız figürü, markanın kara, hava ve sudaki, gücünü tanımlıyor. Mercedes amblemi, dünyada en çok tanınan marka olmanın yanı sıra hırsızlar tarafından otomobillerin üzerinden en çok çalınan amblem olarak da ilk sırayı alıyor. )

30 Ağustos 2010 Pazartesi

yürüyün merdiven













İş yerinde 'şimdilik' ezilenler güruhu olarak oradan oraya savruluyoruz. aynı gün içinde Kadıköy'den Eyüp'e oradan Levent'e ardından Sirkeci'ye gidebiliriz mesela... ''Para kazanmak zor olum! '' gibi saçma ve ünlemli cümleler kurmadan önce 'dur yolcu' demek istiyorum okuyana! hatta HUOOP! demek istiyorum. Al sana ünlem!
Neyse Efendim, tüm bu koşuşturma içinde metro, metrobüs altgeçit üstgeçit tramvay falan derken çok fazla yürüyen merdivenle karşılaşıyoruz ve ''ulan çok yoruldum dur şu meediven beni te yukarıya kadaa götürüveesin, zaten beleş! '' diyenlerimiz oluyordur. hadi yukarı çıkmak bir derece anlaşılabilir de aşağı inerken neden biniyorsun o obez işine be yavrum?
mümkün olduğu kadar kullanmamaya çalışıyorum o mereti. takım elbise ve evrak/dilekçe dolu bond çantayla, tıkışık ve ağır ağır yukarı çıkan/aşağı inen yürüyen merdivenin yanından, pıtır pıtır koşturup çıkan beni gören vatandaşların hüzünlü bakışlarına maruz kaldığım oluyor elbette. garip geliyorum onlara. 'vah yavrum' lar.. 'hobaa' lar... bir dahaki sefere ben de normal merdiveni kullanıp böyle atletik görünmeliyim bakışları... 'hahaha kerize bak biz kıçımızı hiç oynatmayarak bir yerden bir yere gidiyoruz bu salak koşturduğu halde bizle aynı gidebiliyor' lar...
Yahu koşturun demiyorum ama yavaş yürüseniz de kullanın şu yürümeyen ama yürünen merdiveni. slogan bile buldum : Yürüyün Merdiven! (başlığı yanlış yazmadım yani... hemen atlamayın )
ŞAHSEN HÂLÂ BACAKLARIM TUTUYORKEN YÜRÜMEYİ TERCİH EDİYORUM

26 Ağustos 2010 Perşembe

kadınım ve tutku





















kadınım önemlidir. tutkumuzda öyle... tutkusuzsa ilişki alışkanlık, boşvermişlik ve biraz da razı gelme durumu oluyor. tutku içimizdeki ateş, heyecan, karın ağrısı gibi birşey. çekiyor onu sana. ya da itiyor ona doğru bilmiyorum. kadınımın iç güzelliği ne kadar önemliyse dış güzelliği de o kadar önemlidir. zeki, esprili, bakımlı, estetik, zarif, güzel ve alımlı olmalıdır. hiç mi kendime sözüm yok? tabii ki ben de onun gösterdiği özeni göstermeliyim. Karşılıklı saygıdan kaynaklanıyor biraz... biraz da tutkunun devam etmesini istediğimizden... bana , tutkunun devamı için dış görünüşe de önem verdiğimden, 'yüzeyselsin' diyebilirsiniz ama ben öyle düşünmüyorum; içimdeki sanatçı estetik ve güzellik düşkünüdür.

24 Ağustos 2010 Salı

gülü soluncaya seni limit x 0+1/x 'e kadar seveceğim
















O doğru olandır. Kuraları değişmez, yorumlanmaz. Fizik kanunları gibi bir gün çürütülemez. O çözülemez olanı çözendir. O estetik içerir. O görmesini bilene güzelliğini gösterir. O ilgi bekler. O hayatın her yerindedir. Eğlencelidir aslında. Sürekli korkuttular bizi onunla ama o, onu sevmemizi istedi hep. Ancak o zaman açacaktı sırlarını bize. O ilgi bekler. O, Tanrı'nın bir yansımasıdır. Biz ona kısaca matematik diyoruz.

yaya geçidi
















Hayat, İstanbul'un yaya geçitlerine benziyor. Hakkın olduğu gibi, doğru olduğu gibi geçmek istersin yaya geçidinden ama sağdan soldan gelen araçlar sana yol vermez. Geçmeye, kendi yolunda gitmeye, hakkın olanı almaya çalışırsın ama önünde iki seçenek vardır artık: ya inat eder başarırsın ya da çarpılırsın. başarırsan herşey güzel... ama başaramadığında ya yara almışındır devam etmeye çalışırsın ya da göçmüşündür artık kısa yoldan karşı kaldırıma!

23 Ağustos 2010 Pazartesi

ey sevgili



















Sen ve ben 'bir' olmadan, ama birlikte yaşayabilmeliyiz.
Birbirimiz için yaşamamalı, ama birbirimiz için ölebilmeliyiz

16 Ağustos 2010 Pazartesi

sandık
















sandığın kadar ahşap,

sandığın kadar kapalı,
sandığın kadar esrarengiz değilim...
içime sefkat koyulmuş benim,
aşk biraz da...
çay kaşığı ile tepeleme olmasa da
silme hüzün de ekle buna.
ütülemişim tek çizgi ve dikkatlice
ve katlayıp koymuşum içime
belli eder içini şeffaf sandığım
hani ırak etmiştim ya cismini bana
işte o günlerdi senden kaçtığımı sandığım,
boşaltmıştım içimi
ne var ne yoksa,
gerekli gereksiz havadan sudan
senle beraber içimdeki herşeyi
görünen tüm ütülenmiş katlanmış hisleri.
yapamadığımı şimdi anladım
olmamış,
cümle içim yola koyulamamış
sandığın kadar kilitli değilim
anahtarım yok benim
asma kilidim de...
sandığın kadar küskün değilim
tek hamleyle açılır kapağım
zorlamanı gerektirecek değilim
ama bazen de,
hiç sanmadığın kadar sandık olabilirim

12 Ağustos 2010 Perşembe

kin ve nefret işlerinin ayrılması

















hayatta ıssız sokaklar var

ve olmuyor bazen kimse başucunda

tutmuyor kimse elini
kimse sarmıyor belini
ıssız denemezdi ya
olsa biri zaten yanıbaşında
doldurmak istiyorsun boş avcunu

sıkıyorsun yumruğunu

kendi elimi tutayım bari der gibi

ama dolmuyor ellerin gözlerin kadar
nerdesiniz izzet abideleri
?
başını kuma gömen
devasa kuş suretleri ?
arz-ı endam eder neden sonra

riyakar randevu numuleri
?
iki çift kelamdan aciz
münasebet ikameleri ?
sarf-ı sözüm yok size

sukutum altın misali

içimden geçer içim

deli kelimeler girdi aklıma

şöyle bir baktım da hepsine

kin kelimesi yok içlerinde

ama ben aralarından

layık olduğunuz gibi
nefreti seçtim size

10 Ağustos 2010 Salı

kim bilir nerde
















uyuya kaldığım mekanlardan sorun beni
eve dönmeye yeğlediğim ahşap tabureden mesela
tanımadığım sesler arasında bir rüya bu:
içim dışım bulanık şaraba
saldal mıyım sal mıyım?..
kapkara etraf karaya koyun beni
bir fön çekin hareli fırtınaya
derya gibi sallanıyor yüreğim
dalga kırın taş duvarlarla
araftan alın kumsala atın beni
karaftan akan seslere boğun beni
sallanmasın artık ufuktaki çizgi
ben beni bulamıyorum etrafta
etraflıca bakın boğulmamışımdır belki
rastlarsanız tutun elimi götürün beni
tamam istemiyorum...
bırakın küreklerimi...

10 Temmuz 2010 Cumartesi

kabil'de bir sabah

















Kar var çevremizdeki dağlarda. Gri ve kahverengi karışmış. Havadaki tozdan pek iyi görünmüyor etraf. Dağların hemen ardından pembe bir güneş doğma çabasında. Hava serince, yeni çıkıyor güneş gecenin soğuğundan. Birazdan yakacak bizi.Görünürde ağaç yok. Ama yine de biryerlerden şarkılarını duyurmaya çalışıyor kuşlar. kısılmış sesleri. Zaten şarkıları helikopter sesiyle kesiliyor hep.. Demir kuşların sesiyle... Hükmeden onlar..
Cuma bugün, resmi tatil burda. Benim gibi nöbetçiler ve acildeki doktor dışında herkes uyumakta.. uykularını emanet etmişler bana..canlarını da..yarın sabah ben uyuyacağım beni başkası emanet alacak...
Afganistan günlüklerimden, 05.03.2010

9 Temmuz 2010 Cuma

tebriz güneşinin kaleminden

mecnun değilim dost; lakin çağırırsan çöllere gelirim.
sana yalan halde gelmem, toplarım özümü yalın halde gelirim.
kapıyı çaldığında "kim o?"dersen; ben olmam kapında sen olur gelirim.
sen gel de yeter ki,yola yük olmam,yol olur gelirim..

24 Haziran 2010 Perşembe

gece soruları

gece midir insanı hüzünlendiren?
yoksa insan mıdır gece hüzünlenen?
gece midir insanı düşündüren?
yoksa insan mıdır düşünmek için geceyi bekleyen?