3 Şubat 2012 Cuma

Yaratı

Sevgili Arkadaşım,

Sana bu mektubu, ışığını benim ayarladığım, dekorunu benim düzenlediğim, senin pozunu benim düzelttiğim, kadrajını benim seçtiğim, makinamın deklanşörüne iyi bir zamanlama, pozlama süresi ve diyafram açıklığı ayarıyla bastığım, daha sonra bilgisayar ortamında benim seçtiğim bir filtre ile sunduğum ve altında M.N.Y. yazan bir eserimden, yani geçen gün sana gönderdiğim ve senin sanal ortamda kullandığın fotoğraftan bahsetmek için yazıyorum.
Bugün bilgisayarının başına oturduğunda bir gariplik olduğunu hissetmiş olacaksın ki, sanıyorum sabahtan beri telefonumu bu yüzden çaldırıyorsun.
Evet, bilgisayarına ben girdim. Sanal hesabın olan sitelerdeki hesaplarına da ben girdim. Panik yapmana gerek yok. Sana ait hiçbir özel bilgiyi okumadım, görmedim. Beni tanıyorsun, kimsenin özeli benim ilgimi çekmez. Tek yaptığım bahsettiğim fotoğrafı yok etmek oldu.
Fotoğrafı neden yok ettiğime gelince... Biçimini, rengini, tüm teknik detaylarıyla estetik görüşünü kendinin yaratmadığı ve yaratamayacağı bir fotoğrafı düzeltme/değiştirme hakkını kendinde gördüğün için o fotoğraf artık bozulmuştu. O fotoğrafta değişiklik yapabileceğin düşüncesi, içinde 'sen' olması ve benim bu değişikliğe karşı gelme hakkım olmadığı inancından kaynaklanmaktaydı.
O fotoğrafı çekmeyi kabul edişim, onu kendi tasarladığım gibi görmek amacına yönelikti. Çalışmamın fiyatı buydu, ödenmedi...
Bir insanın yaptığı işi korumaya çalışması bugün muğlak, soyut, önemsiz bir iş olarak tanımlanıyor. Neden bozulmuştu o fotoğraf? Hiçbir nedeni yok.. Bir elden düşmecinin, başkasının yaratısı üzerinde oynama hakkını kendinde görmesinden dolayı olabilir ancak...
Evet, o fotoğraf karşılığında bana para ödendi ama bu önemsiz. Yukarıda bahsettiğim 'fiyat' bu değildi...
Sen mümkün olduğu kadar ucuza çıkarılmış ama iyi çekilmiş bir fotoğraf istiyordun; bu şartlarda istediğini yapabilecek kimseyi bulamamıştın. Ben yapabilirdim ve yaptım. Bu çalışmayı sana yolladım, sen bunu değiştirdin ve benim bu değişikliği kabul etmemi, "işime ihaneti" hediye vermemi bekledin. Ben bu tür hediyeler vermem.
Ajanslarda da kullanacak olduğun bu fotoğrafa ihtiyacın olduğunu biliyordum, ama ben olmasam o fotoğrafa zaten kavuşamayacağını unutuyorsun. Farklı bir fotoğrafçının farklı yaratısı olabilirdi, ancak o yok ettiğim fotoğraf olmazdı onlar. Yaptığım iş karşılığında bana para vermiş olman, o işi istediğin gibi değiştirebileceğin anlamına gelmiyor. Fotoğrafı ben çekiyorsam, ben yaratıyorumdur; sen değiştiremezsin.
Yanlış anlama, derdim seninle değil, kendim ve eserimle...

Sevgiyle kal,
M.N.Y.


Not: Şifrelerinde artık doğum tarihini kullanma ;)




Bu yazı bir filozoftan esinleme sonucu yazılmıştır.

4 Eylül 2011 Pazar

Anti-maddeci ve anti-mantıkçı

Akıl felsefesi olarak sunulan Helgel'in maddeyi yok saymasına ne demeli? Güya ''akıl'' felsefesi: ''Madde yoktur, idea vardır.'' Mantığı yok sayan bu felsefe de aynen Kant'ınki gibi insanın aklına, başardıklarına ve başaracaklarına hakarettir, bir uyutmadır.
Ardından karşımıza Marx çıkıyor : Katıksız maddeci... ona göre akıl yok, madde var. Kas gücüyle elde edilen emeği, zenginliğin kaynağı olarak gösterir Marx. Yani fiziksel güç tek varoluş aracıdır. Güya tarih ve ekonominin felsefesi...
İnsanlık Aristo'yu unuttu. Onun başlattığı ve günümüz felsefesinin ve tüm insanlık yaşamının gidaşatını değiştirebilecek düşünceler anımsanmıyor bile. Mantık, insanın hayatta kalmak için en temel aracı, akılcılık ise en yüksek erdemidir*. Bunlar insanı hayvandan ayıran özelliklerdir. Mantık ve aklın unutturulmaya çalışılmasındaki nedeni, felsefi ihanet olarak mı, yoksa akılsızlık olarak mı algılamak lazım bilemiyorum. Tartışılır... Düşüncelerime katılmamakta serbestsiniz.




bilinç yahut kategori

İnsan bilincini yok sayarak, insana ait kavramların kaynağını 'kategoriler' olarak belirlemek saçma değil midir? soruyu açarsak: insan çeşitli yollarla değil de, önceden belirlenmiş yollarla algılayan ve belirli yapısı olan bir bilinç sahibi midir? ( Dolayısıyla 'bilinci' yok mudur? )
Saçmalığı daha soruyu okurken anlayan, bağlantıları kurup Kant'çı felsefeden uzaklaşabilmenin de mümkün olacağını düşünmeye başlayanlara bir soruyla daha devam edelim: Günümüz felsefeleri, insan aklı ve bilincini yok sayan bu Kant'çı felsefeye dayanmıyor mu?
Bilincinizi yok sayan, akılla neler yapabileceğinizi (potansiyelinizi) sınırlayan kategorilerden uzak durmanız dileğiyle, uzun bir aradan sonra tekrar 'yoğun' bir girişle, merhaba.
M.N.Y.

16 Aralık 2010 Perşembe

5.30 !


Bir ses duydum. Martı mıydı karga mıydı bilmiyorum ama uyandırdı beni işte...Kuş sesi olduğuna eminim. Doğruldum, oturdum yatakta kulak kesildim...Hayır, ötmedi tekrar.

Ayaklandım pencereye gittim. Kafamı eğip bakmaya çalıştım etrafa. 'Olmayacak böyle' dedim. Hesap sormam lazım o kuşa...Açtım pencereyi. O an... İşte yine aynı his.. Yine Aralık ayı saat 5.30 hissi. Bir sene önceki gibi...Aynı koku var havada. Islak ve soğuk kokusu. Büyük şehrin dumanından, sabahın payına düşen is kokusu. Sakin olduğu kadar telaş da kokar bu hava. Gün ağardığında bile aydınlık olmayacak kokusu bu. Sıkıntı var havada... Çiğ kokuyor zaten. Hiç sevmedim bu kokuyu, çünkü böyle kokardı Mamak!
Belli bir dönem, hayatımda hava hep böyle koktu, saat hep 5.30'da aynen şimdiki gibi istemezdim gün doğsun ama doğardı işte karın ağrısı bir gün daha başlar o da biter ve ben yine diğer sabah 5.30'da gün doğmasın diye düşünüp dururken hiç sevmedim 5.30'ları, sersemce uyanıp ranzadan inmeye çalışmayı, inip terlik ararken soğuk taşa basmayı hiç sevmedim.
Her seferinde küfrederek uyandım bu saatte. Ve hep bilirdim birazdan içtima alınacak ve geçmek bilmeyen bir gün daha 'resmi' olarak başlayacak.
İçtimada tüm Ankara'ya hakim yüksek bir alanda toplanırdık. Uykulu uykulu bakardık uyanmaya çalışan şehrin sabah 6.00 ışıklarına yüksekten. Sanki bir kuşun gözünden...
Şu an bunları hissediyorsam da o kuşun yüzünden!
Sevmedim beni 5.30 da uyandıran 'kuşları' !

27 Ekim 2010 Çarşamba

28 Eylül 2010 Salı

Sanatsal Aktivite



İstanbul Modern'de 15 Temmuz 24 Ekim tarihleri arasında ''sanatın ve modanın önde gelen temsilcisi'' olarak anılan bir ağabeyimizin, Hüseyin Çağlayan'ın (Hussein Chalayan) sergisi ziyaret etmeniz gereken mekanlar arasında öne çıkıyor. Ajandanıza not edin.
Hüseyin Çağlayan'ın bu sergide, sergileme tekniği 'hikayecidir'. Aslında bu tekniği sergiye
uygulayan kişi Hüseyin Çağlayan'ın İstanbul Modern'deki sergisinin küratörü Donna Loveday'dir (Kendisi aynı zamanda Londra Tasarım Müzesi Küratörü'dür)
Bu teknik nedir?
Tasarımları taşıyan mankenler birtakım işlerle uğraşırlar, tasarıma müdahale ederler ve yaptıkları eyleme odaklanmanızı sağlayarak izleyicinin tasarım hakkında düşünmesini değil, tasarımı anlamasını sağlarlar. Buna hikayeci sergileme tekniği denir.Ve bir bakıma sergiyi 'popülerleştirir.'
(herkesin popisi kendine)
Sergide Hüseyin Çağlayan'ın sesinden açıklamalar dinleyeceğiniz kulaklıklar sizlere yardımcı olacak. (Gerçi hiçbir sanatçı eserini açıklayamaz; açıklamaya çalışsa bile kaale almamak gerekir.)
İyi seyirler gençlik...

27 Eylül 2010 Pazartesi

Deus sive Natura


Tanrı, kavramını, kendisini teşkil edecek başka bir şeyin kavramına borçlu olmayandır. Tanrı kendisini var olmaktan alıkoyamaz, çünkü Tanrı'nın özü var olmasını içerir. Kavramını , başka ''şeylerin'' kavramına borçlu olan diğer ''şeyler'' moduslardır ve Tanrı dışında her şeydirler. Var olan her şey Tanrı'dadır. Bu halde her şey 'Tanrıdır'. Her şey olan aynı zamanda hiç bir şeydir. Yani Tanrı ne yaratır, ne müdahale eder, ne yardım eder, ne de cezalandırır.
Şimdi bir karton kutu düşünün. Bunu küçük parçalar halinde çizin. Bu parçalar kutunun olduğu şey değildir. Bu parçalar kutu özelliğine sahip değildirler. Ama Kutu, parçalarının olduğu her şeydir. Tanrı açısından da durum budur. Tanrı modusların olduğu her şeydir; ama modusları onun olduğu şey değildir. Tanrı tüm şeyleri, ''modusları'' yaratmaz. Ve aslında Tanrı hiç bir şeyi yaratmaz çünkü her şey onun özünden zorunlu olarak çıkar, türer veya ürer. Bu duruma, her türlü şeylerin tamamlanmış dizisi sonucunda biz Tanrı için doğa/evren diyebiliriz. Biz de bu doğanın işleyişinde parçayız. Bu da gösteriyor ki 'tüm şeyler' bir sistem oluşturur. [Bu sistem dediğimizi Kant'çı anlamda düşünmeyin, yani yazdıklarım bize tüm şeyleri düzenli bir sistem olarak düşünmemiz gerektiğini söylemez, o sistemin zaten kendiliğinden var olduğunu söyler.]

Yazı hakkında: Bunlar, Amsterdam doğumlu büyük filozof Benedictus de Spinoza'nın (Baruch Spinoza [1632- 1677 ruhu şad olsun]), 'ethica' adlı eserinde Tanrı ile ilgili görüşlerinin çok kısa bir bölümüdür. Direk 'ethica'dan' alıntı yapmadım, kendimce bu görüşleri derleyip, toparlamaya ve kısaca aktarmaya çalıştım. Bu filozofun düşünce tarihindeki öneminden dolayı yazılarımda, ilerleyen zamanlarda, Spinoza'ya tekrar değineceğim. Ayrıca Tanrı kelimesini büyük harfle yazma nedenim, onu özel isim olarak gördüğüm/hissettiğim içindir.